08 Aralık 2013 08:27

Geç kalmış ergenliğin filmi

Yozgat Blues, Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un naifliği ile beraber Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak gibi isimlerin oyunculukları ile daha da büyümüş, belki büyük değil ama çok yerinde cümleler kuran bir film.

Geç kalmış ergenliğin filmi
Paylaş

Esmani KILIÇ - Elif ŞİRİN

Yozgat Blues, İstanbul’un unuttuğu bir kadın olan Neşe ile müzik öğretmeni Yavuz’un hikayesini anlatıyor. Yavuz iş için İstanbul’dan Yozgat’a giderken belediye kursundaki öğrencisi Neşe de onun peşine takılır. Müzik tarzları Yozgat’a çok yabancıdır. Sabri ve Kamil’in de dahil olduğu Yozgat günleri beklenmedik olayları beraberinde getirir.
Yozgat Blues, Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un naifliği ile beraber Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak gibi isimlerin oyunculukları ile daha da büyümüş, belki büyük değil ama çok yerinde cümleler kuran bir film. Mahmut Fazıl Coşkun’un “geç kalmış ergenliğin filmi” diye tanımladığı Yozgat Blues hakkında Cihangir’deki ofisinde buluşup konuştuk.

‘Uzak ihtimal’den sonra kurgu sinemaya ara verdiniz. Tipik adaptasyon sorunları yaşadınız mı?
‘Uzak ihtimal’in üzerinden 4 sene geçti. Aslında ara vermiş olduğumu 2 sebepten kabul etmiyorum. Birincisi hazırlık aşaması çok uzun sürüyor. Prodüksiyon, para bulma... İkincisi senaryo yazım aşamalarını da uzatıyorum. ‘Uzak ihtimal’den sonra yaklaşık bir sene bir proje yapmayı düşünmedim. Başka işlerle uğraştım. Ama ticari bir film olmadığı için benim tarzımda film çeken yönetmenler de ne yazık ki iki üç senede bir film çekiyor. Her sene film çeken bir yönetmen tanımıyorum.
Yozgat, Zaytung haberlerinde dalga geçilen, kimliği olmayan bir kent. Neden Yozgat’ı tercih ettiniz?
Aslında senaryo yazılırken Yozgat yoktu. Nerede çekeceğimiz belli değildi. Yozgat üzerine kurulu bir film değil. İsminde geçtiği için bu soru çok soruluyor. Filmi orada çekmek son derece sıradan, bize bir mekan gerekiyordu ve orası Yozgat oldu.

YENİ TAŞRA ASLINDA TÜRKİYE

Türkiye sinemasında taşra filmlerinin sayısı artmaya başladı. Siz taşrayı nasıl görüyorsunuz?
Ben aslında filmi taşrayı anlatmak için çekmedim. Niyetimiz daha çok taşra üzerinden yeni bir şey söylemek. Taşra bir metafor olarak kullanıldı. Biz Türkiye’yi anlatmak istedik. Türkiye’ye genel olarak baktığımda da aslında öyle bir şey görüyorum. Kimliksizlik, tuhaflık, hiçlik görüyorum. Yozgat’ın içinde de ona uygun olan mekanları seçip yeni bir evren oluşturduk. Bence sinema da zaten öyle bir şey. Dolayısıyla aradığımız şey buydu. Bugünkü taşra filmleri, taşraya değişik açılardan bakıp insan hikayesi çıkartan filmler. Ama ben bu filmde daha çok yeni taşra diye bir şey anlatmak istedim. Yeni taşra aslında Türkiye.

Bu filmi diğer filmlerden farklı kılan da buydu biraz. Filmi izleyince “Yozgat’ı gezelim görelim” diye bir his uyanmıyor. Zaten filmde Yozgat’ı da pek göremiyoruz. 
Şehirden parça parça görüntüler kullanarak taşrayı anlatmak için çıkmış, oryantalist filmler genelde öyle oluyor. Mesela güzel resimler eşliğinde Karadeniz filmleri oluyor, eleştirmek için söylemesem de benim böyle bir amacım olmadı hiç.

Peki filmdeki din vurgusu hakkında ne söylersiniz?
Bizde de din bitmeyen bir tartışma. Televizyonu, gazeteleri açınca da görürsünüz. Türkiye’de, din ne hayattan uzaklaştırılmış durumda ne de dini bir hayat var. Yaşadığımız toplumun bir realitesi. Ne olumlu ne olumsuz bir şey diye söylüyorum. Filmde de gördüğüm kadarıyla anlatmaya çalıştım.

Önceki filminizde de bir imam karakteri vardı. Taşradan İstanbul’a  gelen bir karakter. Bu filmde tam tersi İstanbul’dan Yozgat’a giden bir karakter var.
Ben o arada kalmışlığı seviyorum ve bu kontrastlığı da seviyorum. Türkiye çünkü bana öyle anlatılır gibi geliyor. Türkiye zaten arafta kalmış bir ülke. Anladığımız ama anlatmaya zorlandığımız durumlar bununla ilgili gibi geliyor. Dolayısıyla böyle karakterleri seviyorum ve seçiyorum.

Genel olarak bahsettiğiniz bu insan tipolojisinde ulaşılmamış hayaller var diyebilir miyiz?
Diyebiliriz tabii ki. Bütün karakterlerin belli hayalleri var ama hepsinin de  farklı durumu var. Ben şöyle kodluyorum; Yavuz karakterinin kendine göre bir idealizmi var. Buna karşılık Neşe daha pragmatist. Eski Türkiye’deki dünyayı daha büyük cümlelerle okuyan kuşak idealist, yeni kuşağın da daha pragmatist olduğunu düşünüyorum. Benim temelde gördüğüm durum bu. Dolayısıyla iki tarafın dünyası farklı, biraz onu göstermek istedim. Diğer karakterlerin de farklı dünyaları var ama aslında film iki karakter üzerine kurulu gibi geliyor. Hayal dünyalarının farklılığına değinmek istedim.

Neşe’ye filmdeki 3 erkek karakter de ilgi duyuyor ama Neşe şair veya müzisyenle değil de berberle evleniyor. Neden?
Pragmatist işte. Neşe’nin başlangıçta daha büyük idealleri, daha büyük rüyaları var ama bir yere ulaşamayacağını düşündüğü için kendisini en rahat ettirecek seçeneği seçiyor.

Neşe, İstanbul’da süpermarkette sucuk tanıtımı yaparak geçinen sıradan bir karakter... Neden taşrada bu kadar popüler oluyor?
Filmin durumu ile ilgili. Varoşla taşra arasında sosyal olarak farkın kalmaması bunu doğuruyor. Şehirde başaramadığı şeyi taşrada başarıyor. Taşraya gelince kendi habitatında gibi hissediyor. Yeşerme imkanı buluyor. Bu konuda her karakterin farklı gerekçeleri var. Tek bir sebebi yok.
Kamil karakteriyle de günlük hayatta çok karşılaşıyoruz. Entelektüel gibi görünmeye çalışan ama tam olarak entelektüel de olamamış taşrada yaşayan birisi. Adam kendi hayatının romanını “insan-ı kamil’i” yazıyor...
Bu karakterle gündelik hayatta çok karşılaşıyoruz. O nedenle bize tanıdık geliyor. Kamil yarım entelektüel birisi. Bu durum bana son derece gülünesi geliyor. Böyle insanlara çok sık rastlıyorum.
Kara komedi gibi. İstanbul’da herhangi bir mahalleye yerleştirsem bu kadar komik gelmezdi belki de. Ya da farklı bir yönüne gülerdik. Radyo programında müziğin üzerine aşk şiirleri okuyan bir adam.
O, var olan birinden etkilenerek yazdığım bir karakter. Kendisinin de haberi var hatta izledi filmi. Ama tabi ki başka yönleri de var, bir hikayesi var. Gerçekliği var ama biraz karikatüre kaçma ihtimali olan da bir karakter. Hatta belki biraz sınırı aşmış olabiliriz. Ama gerçek hayatta daha karikatürlerini gördüm. Ona en fazla üzülebiliyoruz, acıyoruz.

YAVUZ, OBLOMOV GİBİ

Yavuz karakterinin peruğu başrol oyuncularından biri gibiydi. Bu kadar idealist birinin peruk takmasının sebebi nedir?
Ben bu idealist kuşağı ergenleşememiş olarak görüyorum. Zaten film Yavuz’un babasının ölümü ile başlıyor. Anlıyoruz ki babası ile birlikte yaşıyor. Evli mi değil mi, çocuğu var mı yok mu hiç bahsedilemiyor. Bir geç ergenleşme hikayesi gibi görüyorum Yozgat Blues filmini. Yavuz’un Yozgat’ta yaşadığı bu hikaye de onun ergenlikten çıkmasını sağlıyor. Gençliği kaçırmak ve fiziksel olarak yaşlanmak istemiyor buna direniyor. Bunun için peruk takıyor. Söylediği şarkı da onun yaşına göre değil, onun gençliğinin şarkısı. Genç, romantik başka bir hava var o şarkıda, büyümeme meselesi ile ilgili. Peruk bunu iyi anlatan bir metafor gibi geldi.

Yavuz, film boyunca tek bir şarkı söylüyor, çok kısır bir üretimi var.
O başka şarkılar da söylüyor muhtemelen. Ben karakteri tamamlayan bir unsur olarak o şarkıyı seçtim. Diğer türlü müzikal gibi olabilirdi, karakterden çıkabiliriz gibi geldi.  Tek bir şarkının karakteri bozmayacağını ve kafamızdaki yerini dağıtacağını düşündüğüm için o şarkıyı seçtim.
Ama bir yandan da o şarkılara çok sahip çıkıyor.
Fakat ben tutkuludur diyemem. Oblomov gibi geliyor biraz. Ercan’la tartışırken ortaya çıkmıştı. Çok kayıtsız bir adam. Oblomov da öyledir. Olur olmaz ama o yine tekdüze ahlakı sürdürür. Bu da öyle bir adam. Doğru nedir, nasıl olmalıdır böyle kaygıları yok. Kendince bir duruşu var ve bozmamaya çalışıyor ama gerekçelendirmeye çalışmıyor. Kendisi zaten bunu değiştiremez ama birisinin de zorlayacağını düşünmüyorum.

Filmde şarkıları Ercan Kesal’ın kendisi söylüyor. Önceden böyle bir deneyimi var mıydı?
Ben ona ilk deneme yaptığımda sordum sen şarkı söyleyebilir misin diye. Daha önce düğünlerde şarkıcılık yaptım dedi.

Ercan Kesal’ı düğünde şarkı söylerken düşünemedim.
Ya tabii şarkıcı değil. Çok iyi şarkı söylemesini beklemedim. Bir ay falan şan hocasıyla çalıştı yine de.

KADINA ERKEĞE DEĞİL PRAGMATİZME BAKTIM

Üç erkek bir de kadın karakter var ve kadın pragmatist birisi. Türkiye’deki genel kadın tipolojisi böyle midir?
Tabii ki hayır. Ben hiçbir genellemeye razı değilim. Kadınlar hakkında öyle bir fikrim yok. Bu sadece filmdeki bir karakter. Kadın erkek değil de pragmatistliğe bakıyorum. Erkek de olabilirdi.

Film gizli bir kadın filmi gibi duruyor.
Ben hiç öyle düşünmüyorum. Kadın daha güçlü olduğu için film onun çevresinde. Kararları o kendi verebiliyor ama diğer karakterler biraz onun yanında daha edilgen, kendileri karar veremiyorlar. Ama bunlarının hiçbiri şunu söylemek için değil. Başka zayıf bir kadın karakter de olabilirdi kararları erkek verebilirdi ama bu film böyle gerektirdiği için böyle oldu. Filmi kadın ya da erkek filmi gibi görmüyorum. Neşe ile Yavuz’u ana karakterler olarak görüyorum. Kadın erkek olmanın dışında birbirine zıt iki karakter olduğunu düşünüyorum.

Berber filmin başında, görüştüğü kadınlar tarafından sürekli reddediliyor. Sürekli olarak “ben aslında kadın kuaförüyüm ama şimdilik berberlik yapıyorum” diyor. O da mı yükselme derdinde? 
Temsil ettiği şey aslında ortalama Türk insanı. Sıradan bir hayat onun için yeterli. İşte sohbete de gidebilir, cumaya da gidebilir; ama beş vakit namaz kılmaz, koyu dindar değildir. Futbol izler, kahveye gider. Gerekirse içki içer arada. Bunların hiçbiri onun için sorun teşkil etmez. Bizim ortalamamız böyle. Berber de öyle. Büyük beklentileri yok hayattan. Yani küçük bir hayat onun için kafi ama bir adım ötesini istiyor.


‘SANAT FİLMİ’ DEĞİL ‘YÖNETMEN SİNEMASI’

Ticari film ve sanat filmi ayrımını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birinin çıkıp da ben sanat filmi yapıyorum demesi bana doğru gelmiyor. Ama şu mutlak; bazı filmler var, yatırımcısı oluyor ve onun gişesinin olacağını tahmin edebiliyorsunuz. Kendilerince bir matematiği, bir ticari hesabı var. Dolayısı ile biz onlara ticari film diyebiliriz. Ama geri kalanının sanat değeri taşıyıp taşımadığına ancak film yapıldıktan sonra karar vermek mümkün. Dolayısıyla her film sanatsal bir değer taşımayabilir. Ama şöyle bir ayrım yapılabilir, yönetmen sineması ve ticari filmler olarak. Yönetmen sinemasından ben şunu anlıyorum. En kaba tanımı ile, yapmak istediğin şeyi yapabiliyor musun? Herhalde ön şartı bu olmalı. Bunu yapabiliyorsan ve herhangi bir ticari engelin yoksa buna yönetmen sineması diyebiliriz. Böyle bir ayrım mutlaka var.
Böyle filmler için para bulma sıkıntısı oluyor. İlk filmi çektikten sonra iflas eden yönetmenler var. Bu filmler çok fazla salon bulamıyor. Bunun hakkında ne söylersiniz?
Ben böyle düşünmüyorum. Evet zor bir iş para bulmak. Ama bulunabiliyor, çok da film üretiliyor. Ticari film zaten seyirci gözetilerek yapılıyor. Ben bunu yadırgamıyorum. Diyelim ki korku filmi denenmiş, sonucuna bakılmış; yahut bir oyuncu şu şekilde oynatılırsa onun şu kadar seyircisi olur gibi çeşitli hesaplar var ve ona göre yapıyor. Diğeri zaten gözetmediği için ticari olma şansını kaybediyor. Ben şuna bakıyorum seyretmek isteyenler seyretsin. Diyelim ki senede sinemaya giden yirmi milyon insan varsa bunun hepsini hedefleyemezsin. En azından bu kadar insanın içinde bu filmlere ilgi duyan insanlara ulaşılabilmeli. Bence bu tür film yapanların böyle bir hedefi olmalı. Daha fazla hedefe de gerek yok.

ÖNCEKİ HABER

Mandela’nın yası, Mandela’nın mirası

SONRAKİ HABER

Dur sakince, uçmak ne demek?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa